kosova saat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kosova saat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Benim saatim, senin saatin


Geçtiğimiz Perşembe günü kendime bir iyilik yaptım ve Tissot'mun kordonunu değiştirdim. Kosova Saat'e gitmiştim, çok yakışıklı Ali Aydınoğlu ve torunları dükkândaydı.

Ne güzel, dedim kendi kendime, dünya hâlâ eskisi gibi dönüyor.

Bir süre vitrindeki saatleri izledim. Vitrindeki saatler beni hafiften gıdıklasa da, aradığım saatimi bulmuştum çoktan, zaten bileğimde duruyordu. Amacım gösterişsiz ve sade bir kordon almaktı. Fakat bana önerilen, -önce olmaz dediğim- koyu yeşil renkli bir kordonla çıktım dışarıya.

Sonra dünya güzeli bir arkadaşıma gittim. Kendisi bir yayınevinde editördür. Saati koluna taktım ve gördüğünüz fotoğrafı çektim.

Saatimi bir başkasının kolunda görmek bende tuhaf duygular uyandırıyor, hemen fotoğrafı çekip bir an önce ona kavuşmak istiyorum! Sahip olduğum diğer saatlerle böyle bir ilişkim yok oysa. Nedense Tissot'ma gönülden bağlı hissediyorum kendimi. Şimdi böyle bir kordonla daha bir neşeli oldu sanki.

2009'da bıraktığım projeye yukarıdaki fotoğrafla dönmüş oldum. O zaman da sevdiğim arkadaşlarımın koluna Tissot'mu takmış hem fotoğraf çekmiş hem de saatimin başkasında nasıl durduğuna bakmıştım. (Fotoğraflara bakıyorum da o zaman gösterişsiz, kahverengi bir kordon kullanıyormuşum.)

Bu fotoğraf çekilirken çok sevdiğim, bana fotoğraf makinesini ödünç veren, on parmağında on marifet (yazar, ressam, gezgin, rehber, fotoğrafçı, reklamcı) arkadaşımın koluna da takmak istedim fakat yer uygun değil diye düşündüm. Onun evinde veya bir müzede olmalıymışız gibi geldi bana. Bir dahaki buluşmamızda muhakkak onun bileğinde de olacak saatim. (Gerçi Tag Heuer saatini çıkarmak istemeyecektir belki, fakat çikolata ile kandırırım diye planlar yapıyorum.)

Oradan çıkıp kuyumcu dostuma uğradım. Hezarfen arkadaşım da yanımdaydı. Bir anda kaynaştık, sohbeti koyulaştırdık. Sonra aklıma yeni kordonlu saatim geldi, kuyumcu büyüğümün bileğine usulca bıraktım:



İlkbahar ve yaz, emektar Tissot'ma pek yakışan bu tatlı yeşil kordonla ve güzel arkadaşlarımla geçsin istiyorum.

GEÇEN 67 YIL



Ali Aydınoğlu'nun saatleri tamir ettiği dükkanı İstanbul'da, Beyoğlu'nun arka sokaklarından birinde bulunan küçük ve çok sevimli bir mekân. Daha çok torunu Aydın Aydınoğlu ile çene çalsam da dükkâna ne zaman uğrasam Aydın Bey olmasa da bir kenarda oturur ve dükkandaki sesleri dinlerim. Camekân'ın arkasından Ali Aydınoğlu'nun saatleri tamir etmesini izlerim. Kapının önünden insanlar gelip geçer, gürültü patırtı olur, biri diğerine seslenir, köpekler kediler görünüp kaybolur bazen.

Ali Aydınoğlu pek konuşmaz, sokaktaki seslere görüntülere de hiç aldırmaz, elindeki minicik saatin sokaklarına bakar, devrilmiş bir enkazı ayağa kaldırır, bu arada zaman geçer, dükkânın içindeki irili ufaklı yüzlerce saatin arasında kendimi zamana bakıyormuş gibi hissederim. Bir gün çok acele eden biri paldır küldür girmişti içeriye, saatinin bir an önce tamir edilmesini istiyordu, Ali Bey de acele etmek istemeyince sinirlenen arkadaş geldiği gibi hışımla çıktı gitti. Ali Aydınoğlu ise hiç oralı olmayıp işine geri döndü. Yine de ben dayanamayıp bir şeyler söylemek istedim "Saatçi dükkanında aceleci olmak iyi değil galiba" dedim. Sakin bir ses tonuyla "Sabır selamettir" dedi. Gülümsedim.

Aslında öyle uzun boylu durmam dükkânda, vakit gelince ben de giderim, Anabala Pasajı'ndaki Nurtap Hanım'a uğrarım mesela, çizgi romanlardan filan konuşurken aklımın bir köşesinde Ali Aydınoğlu'nun sessizce tamir ettiği saatlerin gölgeleri gezinir. Bazen tam karşıdaki kuyumcunun vitrinine bakarım, her zaman genç ya da yaşlı bir kadın vardır vitrine bakan, bazen biri elini boynunda gezdirir farkında olmadan, ben de farkında olmadan ellerime bakarım... Saniyeler, dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar nasıl da dökülüyor ellerimizden.

Bilmem bir saatin içinde ne vardır?

Her şey göründüğü gibi midir?

Yoksa her saatin içinde bir ömür mü saklıdır?

80 yıl mı geçmiş sahiden Ali Bey?

KOSOVA SAATÇİSİ'NDE BİR GÜN

Cumartesi öğleden sonra müzisyen ve fotoğrafçı bir arkadaşımla buluşmak için Beyoğlu'ndaki Anabala Pasajı'na doğru gitmek için işten biraz erken çıktım. Kosova Saatçisi yolumun üzerinde olduğu için uğramadan geçmem zaten. Vitrindeki Omega Seamaster'a yine alıcı gözüyle bakıp içeriye girdim.

Dükkanda sadece torun Aydın Aydınoğlu vardı, dedesi Ali Aydınoğlu yoktu oysa ikisini yan yana çalışırken görmek çok güzel oluyordu. Neyse işi olduğu için fazla konuşmadan saatlere bakmaya başladım. bir ara bana bir Vacheron Constantin gösterdi, "Bak bakalım beğenecek misin?" dedi, alıp inceledim güzel gerçekten, fakat bana göre değil, böylesine korkunç pahalı şeyleri sevemedim, ama saygı duyarım ve incelemekten de zevk alırım orası ayrı. Saati koluma taktım ve şöyle bir baktım, yakışmadığına karar verdim.



Sonra içeriye siyah elbiseli, kırmızı babet ayakkabıları ve kırmızı çantasıyla bir kadın girdi. Kolunda nefis bir Longines vardı.



Aydın Aydınoğlu ile konuşmaya başladılar, eski ve kadranında minik kalpler olan şahane Nacar'ını almaya gelmiş. Aydın mekaniksaat blogundan söz edip tanıştırdı beni kendisiyle. Derya Hanım, minik kalplerle bezeli Nacar'ın hikayesini de anlattı.



1996 senesinde Çukurcuma'da 25 kuruşa almış. Saatin camı ve tacı yokmuş o zaman. Nacar yazısı da epeyce yıprandığından artık okunmuyor. Sonra diğer saatlerini de gösterdi.





İçlerinde Revue ve Falcon da olan küçümen fakat hoş bir koleksiyonu var.

Oradan ayrılırken çoğu insanın ne kadar düz bir yaşantısı olduğunu düşündüm, ne yazık ki saatlerin ve dolayısıyla zamanın, şiirin, öykülerin veya Gülten Akın'ın söylediği gibi durup ince şeylerin farkına varmadan yaşayıp gidiyoruz.



bizans@gmail.com

1. İSTANBUL SAAT ZİRVESİ

Günlerdir merakla beklediğim büyük buluşma günü nihayet gelip çattığında erkenden yola çıktım. Fazla erken gitmişim biraz gezindim. özellikle Rotap'ın Nuruosmaniye caddesi üzerindeki butiğinin vitrinindeki Omega'lara Montblanc'lara bakarken benim kanaatkâr ve dahi emektar Tissot buluşma vaktinin yaklaşmakta olduğunu buyurunca yola düştüm. ŞARK KAHVESİ Şark Kahvesi'ne gitmek üzere Kapalıçarşı'ya yöneldim, bir ara yolumu kaybettim ve yolu sormak zorunda kaldım. Uzun zaman olmuştu gelmeyeli, dükkanların bir kısmı el değiştirmiş benim de nirengi noktaları olarak belirlediğim dükkanları bulamayınca koca çarşıda yolumu kaybetmem doğal sayılmalı. Neyse uzatmayalım kahvenin içine girmek istemedim gelen gideni rahat görürüm, kendim de rahat görülürüm diye masanın üzerine kolayca tespit edilebilmem için dergilerden müteşekkil işaretlerimi dizdim. Erken gittiğim için gelen giden de olmayınca dergi filan okuyayım dedim. Ama okumak mümkün olmadı. Çünkü Kapalıçarşı esnafı (1990 senesinden beri gelir giderim) bunca yıl içerisinde hiç değişmemiş ne yazık ki. Bu güzelim tarihi mekanda saygısızca bağırarak konuşmalar, 10-20 metre arayla sohbet (!) etmeler, özellikle turistlere karşı arsız ve cıvık davranışların haddi hesabı yok. Fakat bütün bunlar değil de yakınlarda sayısı 5-10 arasında değişen tezgahtarlar grubunun cep telefonundan yüksek sesle dinledikleri müstehcen bir şarkıya kahkahalarla gülmesi ve bu freni patlamış cayırtının bir türlü dinmemesi nedeniyle okumayı bırakıp çevreyi incelemeye devam ettim. Bu arada çay söylemiştim (2 TL imiş) getirip masaya bıraktılar, onun da tadı Kapalıçarşı'ya benziyordu, berbattı, keşke Türk kahvesi söyleseymişim diye düşündüm, diğer masalarda sanıyorum durumu önceden bilenler kahve içiyordu. Neyse ben böyle düşüncelerle çevreye bakarken yakışıklı iki kişinin oturduğum masaya yöneldiğini gördüm, iyice yaklaşınca içimdeki gamı kasveti alıp götüren gözlerle karşılaştım. Daha önce hiç görmediğim halde kim olduklarını hemen tahmin ettim. Gerçi Tayfun Ağabey beni kandırmaya çalıştı ve Mete Ağabey olduğunu iddia etti ancak yutmadım elbette ;) Tayfun Ağabeyimiz kendisine hediye edilen Omega kataloğu üzerinde ciddiyetle bir saati inceliyor. Mete Ağabey gün boyunca güleçti. Mete Ağabeyin çıkınındaki saatlerden biri, mikrorotorlu enfes bir makine. İnsan mekanizmasının çalışmasını seyretmeye doyamıyor. Kahvede otururken Mete Ağabey ile Tayfun Ağabeyin fotoğraflarını çekmeye çalıştım. Asıl fotoğrafları daha profesyonel bir makine çekmek istedim ancak akşam hafıza kartının azizliğine uğradığımı farkettim. Hafıza kartı deyip geçmemek lazım makine kadar önemli bir unsur. Masada Mete Ağabeyin getirdiği müzayede katalogları var. Sonra biraz daha oturduk. Gelen giden olabilir diye. Çünkü Onur kardeşimizin gelmeyeceği önceden belli olmuştu ama diğer arkadaşlardan gelemeyeceklerine dair bir emare olmadığı için bir süre bekledik. Nitekim Mehmet Ali geldi. Meğer o içeride bekliyormuş bizi. Beklerken sohbete başladık ve masamız bir anda saatlerle doldu. Hele Mete Ağabeyin getirdiği bir kutunun içindeki saatler ayrı bir öneme sahipti. Daha ilk dakikalardan itibaren 40 yıllık arkadaşlar gibiydik. Bunda internet üzerinde yazışmalarımızın da etkisi var elbette. Fakat daha önemlisi saat sevgisi bizi buluşturduğu için, gündelik kaygıları bir kenara bırakıp zaman makinelerinin soluk alıp verişlerini izlemeye yoğunlaştığımızdan dolayı gün güzel başladı ve gün boyunca yüzlerce saat gördük. Bunca saatin arasında dakikaların nasıl geçtiğini anlamadım desem yeridir. Mete Ağabey de Tayfun Ağabeyin getirdiği saatleri dikkatle inceledi. Ben de bir saate yakından bakmanın nasıl bir şey olduğunu göstermek için biraz çekim yaptım. Fakat bu ayrı bir uzmanlık alanı imiş. Aslında 60mm mikro objektif getirmiştim ancak daha önce de söylediğim gibi hafıza kartında sorun olunca o fotoğraflar da uçtu gitti. KAPALIÇARŞI Tayfun Ağabey bizi Kapalıçarşı'nın labirentvari sokaklarında oradan oraya gezdirip benim daha önce yüz vermediğim replika saatler gösterdi. Replika saatleri kendi adıma sevmiyorum, ancak gün boyu Tayfun Ağabeyin verdiği çeşitli bilgiler, replikaları sevmesem de bu tarz saatlerin ayrı bir kültür olduğu gerçeğini gösterdi. Ben yine de kendi adıma içim bir türlü rahat etmediği için bu tarz saatlerden uzak durmaya kararlıyım. SİRKECİ Sirkeci'de Tayfun Ağabey önderliğinde aslında -ya da ben öyle zannediyordum- deri kordon bakmaya gittiğimiz bir dükkanda oranın sahibi kendi saatlerini çıkardığında tabii güzel saatleri inceden bir tetkik etmek zorunlu oldu. Sirkeci'de bu noktaya varmadan evvel buraları avucunun içi gibi bilen Tayfun Ağabey önde biz arkada çeşitli hanlarda ikamet eden saatçileri gezdik. Kiminde koyu sohbetlere takıldık ve bir türlü ayrılamadık. Tabii Tayfun Ağabeyin buraları sürekli dolaştığından ayrı bir hürmetle, ayrı bir saygıyla karşılandığını gözlemledim. Ben takıntılı biri olduğumdan genelde hep yerlere giderim, yeni yerler keşfetmeye pek gönlüm yoktur. Fakat mesela deri kordon almak isteyenleri hep Doğubank'taki Baron'a yönlendirirdim şimdi ise alternatif bir yer daha öğrenmiş oldum. Sonra bir nevi Meistersinger ve Oris tapınağım olan Tevfik Aydın'a uğradık. Bizi her zamanki güleryüzlü tavırlarıyla karşıladılar. Her türlü kolaylığı gösterdiler ve çayımızı içerken güzelim Meistersinger'leri ve Oris'leri inceledik, kataloglar aldık. Saat konusunda aşmış bir insan olan Ömer Bey telefon edip o gün bulunamayacağını haber vermişti ancak yine de yanımızda olmamasına bir kez daha üzüldüm. Bir sonraki zirveye artık. GALATA KÖPRÜSÜ Galata Köprüsü altında balık yedik. Fotoğrafta Mete Ağabey ve ben. Köprüye gelene kadar saatler geçtiği için ayaklarımıza karasular inmişti. Seneler evvel eski Galata Köprüsü'nün altındaki lokantaları andım. Fotoğrafta Tayfun Ağabey ve Mehmet Ali kardeşimiz. Bu an Tayfun Ağabeyin minik bel çantasından saat çıkarmadığı ender anlardan biridir bu :) O küçük bel çantasına meğer ne çok saat sığdırmış! Galata köprüsü altında bir masaya konuşlandık ne yiyeceğimizi içeceğimizi filan söyledik, ancak bize bakan garsonun gözü saatlere takıldı ve garsonluk yaptığı halde görgüsü olmadığından teklifsizce saatleri kurcalayıp "satıyor musunuz bunları?" diye sordu ve bakmak bile denemez, saatleri elinde hoyratça evirip çevirmeye başladı. Tabii o bakar da diğerleri bakamaz mı? Diğer garsonlar da koşturup geldi hemen. Sonra bize bakan garson kolundaki rüküş saati gösterip onay bekledi bir an. Ben sinir krizi geçirip garsonun kafasına çatalı batırmak üzereyken baktım ki Mete Ağabey derviş rahatlığında ve hoşgörülü bir şekilde gülümsüyor, Tayfun Ağabey de garsonların anlayamayacağı tarzda dalga geçip esprili yanıtlar filan veriyor. Aman neyse deyip lafı hiç uzatmadan sohbete devam ettim. Zaten ne hikmetse bir süre sonra garsonlar ortadan kayboldu da rahatladık. Bu arada Web sitesi meselesini konuştuk. Hemen bu konularda ağzımın yandığından filan söz ettim. Fakat benim kötümserliğim bir kenara bırakıldı ve geleceğe dair umut verici projeleri konuştuk. Keşke Onur, sevgili doktorumuz Nejat ve adını şimdi hatırlayamadığım diğer arkadaşlar da gelseydi, daha geniş kapsamlı konuşabilirdik. "ZAMANIN GÖRÜNEN YÜZÜ: SAATLER" Serginin kapanmasına neredeyse bir hafta kala Vedat Nedim Tör Müzesi'ne uğradık. Aslında hakkıyla gezemedik. Gittiğimizde müzenin kapanmasına birkaç saat kalmıştı. Zaten yorgunduk. Zavallı Mehmet Ali de ağır dergileri taşımaktan bitap düşmüştü :) Müzeden bir köşe. Tayfun Ağabey ilginç bir saati inceliyor. Bu müzedeki saatlerin her birinin ayrı ayrı öyküsü var. Ben buraya defalarca geldiğim halde çoğu saati anlatamadım. Sadece büyük usta Ahmed Eflaki dede ve yetiştirdiği ustalar hakkında ve diğer mevlevi saat ustalarına ilişkin bir iki söz edip geçtik. Böylece bir dahaki geziye Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ni gezmemiz şart oldu. CATHERINE PINGUET Müzeden çıktığımızda Mete Ağabey'in gözü güzel bir kadının kolundaki saate takıldı. Ben de dayanamadım, gidip konuşalım dedim. Öğrendik ki kendisi kitap imzalamak ve röportaj yapmak için Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeymiş. Yazdığı kitap da çok ilginç daha ilk sayfalarında toplumsal hafızamıza kazınan bir olaydan, 1910 yılında toplanarak Sivriada'ya sürgün edilip bir katliama maruz kalan sokak köpeklerinin itlafı meselesiyle başlayan ve Osmanlı'dan günümüze sokak köpeklerini incelediği bir kitap yazmış olan edebiyat uzmanı hoş bir insan. Hemen konuya girip saatini sordum. Bu arada Mete Ağabey ile Catherine Hanım Fransızca konuşmaya başlamışlardı bile. Catherine Hanım Türkçeyi çok konuştuğu gibi tasavvuf ve halk edebiyatı üzerine iki de kitap yazmış meğer. Ama bizim gözümüz kolundaki güzel saatteydi, babasının bu saati II. Dünya Savaşı yıllarında Paris'te satın aldığını söyledi bize. Teşekkür edip uzaklaştık. Catherine Hanım'ın kolundaki gisi vintage saatler bana kalırsa saat tasarımının doruk noktalarından birini temsil ediyor. Hem sade hem de çok şık bir görüntüleri var. Bir yanda tarihi değerleri temsil ediyorlar bir başka açıdan da tekniğin zaman içerisindeki değişiminin canlı göstergelerinden biri olduklarından bir çeşit müze gibi bakılması, sevilmesi gereken öneme sahipler. Bu arada Catherine Hanım'a bir e-posta gönderdim, gönderdiği e-postadan bir cümle: "(...)Istanbul'a tekrar gelecegim (belki ikinci eski saatim ile...)" Belki sonbaharda bir zirve daha düzenleriz ve kendisini de davet ederiz :) KOSOVA SAAT Kosova Saat'e uğradık elbette. Ali Bey oradaydı ancak torunu yoktu. Ne yapalım deyip vitrindeki Omega ve diğer beğendiğimiz saatlere bakalım dedik, fakat vitrinin anahtarı meğer Aydın Bey'de kalmış, hevesimiz kursağımızda kaldı böylece. Mete Ağabey mikrotorlu bir makine gördü ve hemen işaret etti. Altın renkli kasası olan Omega'yı gösterip "İkisi arasında bir süre karar veremedim, ama sonunda Omega'yı bırakıp, kolumdaki Tissot'yu aldım" deyince Tayfun Ağabey bana acıyarak baktı. Altın rengine olan gıcıklığımın cezasını böylece almış oldum. Başımı öne eğdim. Tayfun Ağabey de bunun üstüne profiterol yememizi uygun gördü ve İnci Pastanesi'ne gittik. İNCİ PASTANESİ İnci Pastanesi'e uğradık uğramasına fakat adım atacak yer yoktu. Neyse profiterolünü yiyen kalkıp gidiyordu biz de bir masada yer bulduk ve kurulduk hemen. Tadı hâlâ damağımda, yediğimiz profiteroller şahaneydi. RECEP GÜRGEN'İN ATÖLYESİNDE O gün pek çok saatçiyi ziyaret ettik fakat hiçbiri Recep Gürgen'in atölyesine benzemiyordu. Atölyedeki saatler biraz önce ziyaret ettiğimiz müzedeki serginin devamı gibiydi. Önceden haber vermediğimiz için biraz paldır küldür bir ziyaret oldu. Fakat Recep Gürgen Bey bizi kırmadı buyur etti, tamir ettiği saati bırakıp bizimle ilgilendi. Mete ve Tayfun Ağabeyler usta ile güzel güzel konuşurlarken bize dinlemek düştü. Lafı da fazla uzatmadık, sorulacak şeyler soruldu, danışılacak konular vardı danışıldı ve ustayı sıkmadan üzmeden zamanında ayrıldık. Recep Gürgen Mete Ağabey saatlerinden bir kısmını Recep Gürgen'e gösterirken. Mete Ağabey günü bitirirken yine gülümsüyordu. Tayfun Ağabey, Recep Gürgen'in atölyesinden ayrılmak istemedi :) [Tefrikanın sonu, buraya kadar sabırla okuyanlara teşekkür ederim]

Tik tak sesleriyle geçen 67 yıl

İskender Özsoy

Uykusuz gecelerinizde hangi saati dinliyorsunuz? Size hayatın sırlarını hatırlatan vücut saatinizi, mi yoksa duvardaki saati mi?

Yavru kuşun kanadı gibi çarpan kalbiniz mi daha yakın size yoksa sabaha yaklaştığınızı hatırlatan duvar saati mi?

Hangisinin sesi daha çok sevindirir sizi?

İcadından bu yana bir birini kovalayan akreple yelkovanı 67 yıldır kovalayan İstanbul'un en kıdemli saat tamircilerinden Ali Aydınoğlu 'na göre ikisi de.

Sabahların uyanınca yaşadığına şükrederek ezan okunmadan evinden çıkan ve Sabah namazını İstiklal Caddesi'ndeki Ağa Camisi'nde kıldıktan sonra dükkânını açan Ali Aydınoğlu Priştine'de 1929 yılında doğmuş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1939 yılında mesleğe başlayan Ali Usta okumayı ve çalışmayı güç koşullara karşın beraber yürütmüş. Sabahları yaşadığına şükretmesi gibi dükkânının duvarlarından saatlerin seslerini duymasına da, mesleğine hâlâ sürdürüyor olmasına da şükreden Aydınoğlu şöyle konuştu:

İşini çok seviyor
''Priştine'de hem okula hem dükkâna giderdim. Ustamın adı Aslan Ramadan . Mesleğe onun yanında başladım. 1960 yılana kadar yanında çalıştım. O benden iki sene önce Türkiye'ye geldi. Ben de buraya göç etmeye hazırlanırken boş gezmeyeyim diye yine Piriştine'de Cavit Saatçi adındaki başka bir ustanın yanında 18 ay çalıştım. 1963 yılında ailece İstanbul'a göç ettik. İstanbul'a gelir gelmez iki ay içinde dükkânımı açtım. O tarihten beri aynı sokakta çalışıyorum. İşimi seviyorum. İşimden bıkmadım. Çalışmaktan zevk alıyorum. Her çeşit saatin tamirini yaparım. Guguklu, duvar, cep, kol saati, fark etmez. Pilli saatleri bile yapıyorum. Eski saatler daha dayanıklı. Yeni saatler yaramaz. O saatleri yapıp satan para kazanıyor, biz kazanamıyoruz. Bana Türkiye'nin her yerinden tamire saat gelir. Eski saatleri zevkle onarıyorum. Parça sıkıntısı pek çekmiyorum. Bulamazsam kendim parça yaparım.''

Mesleğinin bazı meslekler gibi kaybolmayacağına, ancak ustalığın zamanla değerini yitireceğine inanan Aydınoğlu'na göre insan var oldukça saat de olacak, tamir de edilecek. Ali Usta bu yargısını yıllar önce seyrettiği bir filmi özetleyerek şöyle pekiştiriyor:

''50-55 sene önce bir film seyretmiştim. Saatçi bir duvar saatini tamir etmeye uğraşıyordu. Ustanın saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ailesi isyan ediyordu. Usta ne zaman saati çalıştırdı o zaman sevinçe 'bir gün benim kalbim durur ama dünya var oldukça senin kalbin durmaz' dedi. O film kahramanı saatçinin dediği gibi saatlerin şekli değişecek belki ama saat hep var olacak.''

Saat zaman demek
Dükkânın duvarlarındaki saatlerin kısa aralıklar çalmasından zevk duyan Ali Aydınoğlu kendisine bırakılan saatleri tamir etmeden, onların akreple yelkovanını yeniden yarıştırmadan elinden bırakmıyor. Dükkânında olmaz kelimesini kullanılmasını yasaklayan Aydınoğlu, bir zamanlar saat koleksiyonu da yapmış.

'Gençler ilgisiz'
Ali Usta bu konuda da ''Memlekette güzel bir koleksiyonum vardı. Buraya gelince sermaye yapmak için kıymetli saatlerimi sattım. Bazı saatlerimin Yunanistan'daki koleksiyonculara gittiğini duydum sonradan. Şimdi elimde bir iki cep saatiyle duvar saati var'' diye konuştu. Saatin zaman olduğunu söyleyen Aydınoğlu ''Zaman insanın hayatıdır'' diyor.

Bir oğlunu saatçi olarak yetiştiren ve ona el veren Ali Aydınoğlu torunu Aydın Aydınoğlu'nu da yetiştirmiş.

Şimdiye dek yetiştirdiği kalfa ve ustaların bayramlarda, kandillerde kendisini aramalarına çok sevinen Ali Usta, gençlerin mesleğine karşı pek ilgi göstermediğinden şikâyetçi bu yüzden mesleğinde ustalığın yok olmaya başladığını dile getiriyor.

Kaynak: Cumhuriyet 08.10.2006, s.9

Üçüncü mekanik saatim ve Kosova Saatçisi



Epeyce bir düşünüp taşındıktan sonra üçüncü mekanik saatimi 12 Temmuz 2008 Cumartesi günü, ikindi vakti satın aldım.

Dün Kosova Saat'e oğlumla beraber uğradım ve dede Ali Aydınoğlu yönetimindeki küçümen dükkanda, torun Aydın Aydınoğlu'ndan 1970'lerin başında doğmuş (benimle yaşıt olmalı) bir Tissot Seven Automatic aldım (ETA 2481 mekanizma, 21 taşlı, ayrıntılar şurada).





Saatin sesi olağanüstü! Gece uyurken kulağıma yakın tutarak uyudum :)



Saat tıkır tıkır çalışıyor, sağlam bir mekanizması var. İçini de merak ediyorum. Uygun bir vakitte Kosova Saatçisi'ne uğrayıp saatin mekanizmasına bir göz atmak için kapağını açmasını rica edeceğim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...