Saat dünyası, sayı 34



Geçen gün koştura koştura dergiyi almaya gittim. Sonra da bir türlü yazamadım. Kısmet diyelim ve başlayalım.

Saat Dünyası dergisinin bu sayısı 128 sayfa ve kapağında kadınlar için düşünülmüş önemli bir kronograf olan 7071R modeli var. (Tabii ben "kadınlar için" diyorum ama dergideki başlık "Bayanlara özel ilk kronograf: 7071R" ve yazının geri kalanında ısrarla "bayanlar için" diyor, küçük ama önemli bir ayrıntı bence, ilgililerin takdirine bırakıyorum.)

Dergide saat kurma makinelerinden yeni açılan saat butiklerine kadar pek çok konu var. Elbette yegâne saat müzemiz olan Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'nin açılışı da geniş bir şekilde haber olmuş.

“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Mekanik saat meraklılarına 30 Ekim 2010 tarihinde Milliyet Cumartesi'de sadece bir bölümü yayımlanan söyleşinin tamamını aşağıda sunmaktan gurur duyuyorum. Söyleşi uzun olduğu için gazetenin ekinde ancak bir kısmı yayımlanmıştı, bütün halinde okumak daha doyurucu olacaktır diye düşünerek ve ayrıca Gürbüz'ün söylediği her sözün mekanik saat ve edebiyat meraklılarına ışık tutacağını bilerek söyleşinin yarım yamalak değil de bütün olarak okunmasını istedim. Beni kırmayan Şule Gürbüz'e, fotoğraflar için Hüseyin Özdemir'e ve söyleşi için Yasemin Bay'a çok teşekkür ederim.

Meraklıların hemen dikkatini çekecektir: Sorular, 2003 senesinden beri Şule Hanım'a sorulan soruların hemen hemen aynısı veya başka bir şekilde söylersek; bugüne kadar Şule Gürbüz'e sorulan bütün sorular bu söyleşide var! Şule Hanım yaradılışından ötürü senelerdir sabırla, bıkmadan usanmadan aynı soruları yanıtlayıp duruyor. Belki bu söyleşinin bir faydası olur da muhabirler değişik sorular sormaya başlar! Yine de bu durum sadece bir durum değerlendirmesidir sadece ve söyleşinin değerini kesinlikle azaltmıyor, aksine Şule Hanım'ın söylediklerine canı gönülden kulak verirsek, mekanik saatlere olan sevgimizin daha da artacağını düşünüyorum. Sözü uzatmadan söyleşiye geçelim:




“Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım”

Yasemin Bay

Ömrü boyunca sadece 9 saat yapmış, Türk saatçiliğinin en önemli ustalarından Ahmet Eflaki Dede'nin şaheseri, Es Seyid Süleyman Leziz'in Nil sularının azalmasından ekim dikim vakitlerine, hayvanların kış uykusuna yatmasından kutsal günlere kadar pek çok bilgiyi de gösteren saati, ünlü İngiliz saat ustası George Pior'un Türk pazarı için yaptığı müzikli saati ve daha pek çoğu Dolmabahçe Sarayı'ndaki Saat Müzesi'ne 6 Kasım itibariyle izleyiciyle buluşacaklar. 18 ve 19. yüzyıla tarihlenen bu saatlerin bugün çalışıyor olmalarını sağlayan iki isimden biri ise Şule Gürbüz.
Saray saatçiliği geleneğini bilen son isim olan Wolfgang Mayer'in -Mayer'in dedesi Abdülhamit'in saatçisiydi- yetiştirdiği Recep Gürgen'den bu mesleği öğrenen Şule Gürbüz, her ne kadar "Başkalarının yanında ustayımdır ama ustamın yanında elbette usta olamam" dese de, bugün Dolmabahçe Sarayı'nın tek saat ustası. Üstelik sadece Dolmabahçe'de değil, Türkiye'de de saray saatlerini tamir edebilen, Recep Gürgen'den sonra, tek isim. İstanbul Üniversitesi'ndeki sanat tarihi eğitiminin ardından Cambridge Üniversitesi'nde felsefe eğitimi alan Gürbüz ile hem saatlerin dünyasıyla tanışma hikayesini hem de Saat Müzesi'ni konuştuk...

Dolmabahçe Sarayı’nda ne zaman çalışmaya başladınız?

1997 yılında saat seksiyonunda araştırmacı olarak görevlendirildim. Saatlerin hepsinin bozuk, göze görünmez olduğunu fark ettim. Saat tamiratıyla da ilgili bir atölye yoktu. 80’li yıllarda Wolfgang Mayer'in kalfası Recep Gürgen’in zaman zaman gelip saatleri tamir ettiğini öğrendim Recep usta buraya gelmeye devam etmiş ama kadrolu değil dışarıdan destek veriyormuş. Recep ustadan beni yetiştirmesini talep ettim. Haftanın bir günü o buraya geldi, bir günü de ben onun atölyesine gittim. Çünkü burada kurulu düzenimiz yoktu. 98’de saat atölyemiz kuruldu.

Sizi saat tamirciliğine iten neydi?

Evet zahmetli bir iş. Ne kadar açıklanabilir bilmiyorum çünkü bazı şeyler insanın şahsıyla ilgilidir. Bu da biraz öyle. Ben daha kendi kendimle olmayı, müstakil bir hayatımın olmasını, çok insanlarla dirsek temasımın olmasını sevmeyen birisiydim. Tahsil hayatımda bir şey olma, bir mesleği amaç edinmek gibi bir şeyim yoktu. Sadece okumak, anlamak, farkına varmak bana yetiyordu. Sarayda araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca ben de atölyede tek başıma kalsam istediğim hayatı inşa edebilir miyim, kabuğumu bulmuş gibi olur muyum diye düşünce geçti içimden. Başka biri bana bakıp tek başına bütün gün atölyede ne yapıyor diye vahlanabilir. Ama ben birinin böyle bir hayatı olduğunu görsem çok imrenirim. Bu biraz şahsi bir şey. Sarayın içerisinde bir saat ustası olmayı, elinin ürettiğiyle yaşamayı kendi adıma şık ve güzel buldum. Onun dışında mesleğin tabii ki iş çok zor ve çileli yanları var.

Nelerdir bunlar?

Zanaat, sanat eseri oluşturmak gibi kendi kimliğinizin, isminizin ön planda olduğu bir şey değil. Yaptığınızı bir anlamda kendinizi örterek yapıyorsunuz. Bir eseri tamir ettiğimizde ona elimizin bile değdiğini belli etmemek bizim başarımız oluyor. Egoyla yapılmış bir şeyi tevazuuyla diriltmek gibi bir durumumuz var. Daha mistik bir yanı var saatçiliğin özellikle. Çok sabır ve dinginlik, çok uzun saatler kendi başınıza kalmak istiyor. Ne kadar yüksek düşünceleriniz olsa da size sadece bir saatçi, tamirci gözüyle bakılmasına tahammül etmenizi gerekli kılıyor. Bunlar herkesin altından kalkabileceği şeyler değil.

Mekanik saat tamiri başka zanaatler gibi değil. Bir koltuk, kanepeyi tamir edersiniz köşeye koyarsınız. Saat kendi söyler tamam ben oldum diye. Şu saati yaptım ama üç dakika geri kalıyor diyemezsiniz. Doğru yapmadığım müddetçe beni kaçtığım yere kadar kovalar. Saatin demesi lazım oldu diye. O da zor diyen bir obje. Demez de demez, demez de demez.


Böyle bir eğitimin ardından neden bu meslek diyenler oluyor mu?

Zaman zaman bana bir tamirci için tahsilimin fazla ve gereksiz olduğunu söyleyenler oluyor. Ama aslında insanın aleladelikten sıyrılıp fevkaladeliğe kendisini yaklaştırması lazım. Çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım. Başka yabancı diller bilseydim matematiği daha da iyi bilseydim, fizik de bilseydim inanın daha iyi tamirci olurdum. Öte yandan bu işin kişiliğinize kattığı sizi başkalaştıran tatlılaştıran yanları da oluyor.

Nelerdir onlar?

Daha tahammüllü, sabırlı olmak. Bir şeyin direncini daha kuvvetli olarak kırmaya çalışmak ve insanın nasıl olduğunu bilemediği ama zamanla kendisine yapışan şeyler bunlar… Zaman içinde edinilen kazançlar. Durup baktığımda benim kazancımın verdiklerime göre çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Recep Gürgen ile ne kadar çalıştınız?

Hala bir aradayız. Onun kalfasıyım. ‘97’den beri bir aradayız. Saraylar restorasyon adına çalışması zor yerler. Siz çırak olarak işinizi saray objesi üzerinde öğrenemezsiniz. Ben ilk elime saray saatini almadım tabii ki. Ustanın atölyesindeki bozuk harap yüzlerce saatlerce saati elden geçirdikten sonra sarayın objelerine el sürebilmeye başladım. Saray saatlerini sokup takıyorduk. Ama ustam yoksa kendi başıma saray saatlerine dokunamıyordum. Dört yılın sonunda saatlere dokunabilmeye başladım.

Siz Türkiye’de tek isimsiniz bu alanda.

Evet, ustam ile beraber. Panda gibi kaldık biz; bambu filizleriyle beslemeleri lazım aslında. Ben başkalarının yanında ustayımdır ama kendi ustamın yanında elbette usta olamam.

Müze fikri nasıl oluştu?

Tamir ettiğimiz saatler elimizde birikti. Onları tekrar göze görülmez yerlere, kapalı odalara koymak istemedik. Şimdi sarayın büyük çoğunluğu, pek çok odası açık, eskisi gibi değil. Kalıcı bir müze oluşturalım saatler göze görülsün istedik. Açık odalarda bile birçok obje olduğu için o saatler bazen fark edilemeyebiliyor bir de. Öte yandan yurtdışında da pek çok müzenin, saat, mücevher gibi yan müzeleri vardır.



Nasıl bir müze peki?

74 saat yer alıyor. Üç bölümden oluşuyor. Birincisinde Fransız saatleri, ikinci bölümde 18. yy İngiliz saatleri 3. bölümde ise Osmanlı özellikle Mevlevi ustaların yaptığı saatler var. İçlerinde çok harap durumda olan da vardı sadece bakımdan geçenler de. Şimdi hepsi çalışır halde.

Bu saatleri ne kadarlık bir zamanda tamir ettiniz?

Diyebilirim ki 98’den beri tamir ettiğimiz saatler var. Hummalı çalıştığımız dönemler oldu. Bugün bakınca bu işin üstesinden nasıl gelinmiş dediğim zamanlar oldu. Tek bir saatin tamiratı günde sekiz saat çalışarak sekiz ayda bitti. Saray saatleri çok ağır saatlerdir, hayal edemeyeceğiniz objelerdir. Onların çalışma sistemini anlamak, aynı hassasiyetle çalışır hale getirmek kolay işler değil. Mekanik saatin hep eliniz üstünde olması gerekir. Aksırır öksürür, şikayeti bitmez, üzerinde merhametli bir ele her an muhtaç.

Türkiye’de saatçilik hakkında neler söylersiniz? Mesela müzede özellikle Mevlevi ustaların saatlerinin bulunduğundan bahsettiniz.

Bizde mekanik saat geleneği yok. Avrupa’da ilk mekanik saat 1300’lü yılların ortalarında çıkıyor. Orada her saatin her parçası ayrı bir usta tarafından yapılıyor. Sadece akrep yelkovan ya da zemberek yapan ustalar var. Bizimse maalesef Fatih döneminden beri devlet büyüklerine ve halka acentalar vasıtasıyla gelen saatler var. Sadece Türk pazarı için üretilen saatler de var içlerinde. Özellikle Mevlevihanelerde hücrenişin olmak için belli bir zanaatta uzmanlaşmak gerekiyor; hat, tezhip ya neyzen ya da el sanatları... Özellikle saatçilik hassas ve biraz batıdaki mistiklerin karşılığı olduğu için, orada da Pascal, Spinoza gibi filozoflar nasıl bu işle ilgilenmişlerse bizde de Mevlevi ustalar saatçilik yapmışlar. Mesela Ahmet Eflaki Dede, Mehmet Şükrü… Bunlar hep Yenikapı Mevlevihanesi’nin dedeleri, dervişleri. Hücrelerinde otururken, tabii vakitleri de çok, saat yapmışlar. Bizde zanaattan ziyade sanata yakın bir seviye olmuş saatler bu nedenle. Saatin bütün malzemelerini tek tek kendileri yapmışlar, dışının süslemesini bile. Düşündüğünüzde bu akıl alır gibi değil. Çünkü gelenek yok, öğrendiği bir yer yok, öncesi, arkası yok. Kendiyle başlıyor kendiyle bitiyor. Kendisinden doğan ve kendi parıltısıyla başlayıp onunla biten bir şey. Batılı uzmanların hayretlerini uyandıran saatler bunlar. Bu ustayı kim yetiştirmiş diye sorduklarında kendi kendine dediğimizde inanamıyorlar. Batılı usta aldığı geleneğin devamı bir şey yapıyor; İngiliz saati, şu üslupta diyorsunuz baktığınızda. Bizimkilerin yaptığı saatlerin ise dünyada başka örneği yok, hepsi tek.


Siz de vakti geldiğinde saat atölyesinde çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?


Olması gereken bir şey elbette. Ama bu bir şekilde kendiliğinden olacak. Bu iş hassas, ince, farklı özellikler de istiyor. Mesela benim ustama getiriyorlar “Bu koca kafalı okumadı bari senin yanında çırak olsun” diye. Hâlbuki biz burada en nitelikli insana ihtiyaç duyuyoruz. Ama en nitelikli insan da tamirci olmak istemiyor. En nitelikli insan klip tadında bir hayat istiyor. Zengin daha zengini güzel daha güzeli bulayım istiyor bugün. Olmayan bir şeyleri tutayım da kolundan kaldırayım denmiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey iyi. İyi de bu işlere talip değil; böyle bir cehennemimiz var. Ben nelere layığım da nerdeyim gibi bir illet var bizde maalesef. Ben kimim de bu saatlere el sürerim diyebildikten sonra o saatler sizi kucaklıyor neticede.

MÜZELİK SAATLER

Bugün yine güzel bir gün. Hürriyet Cumartesi ekinde 15. sayfada Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ne dair "MÜZELİK SAATLER" başlığı ile (eskiler serlevha derdi sanırım) Cahit Akyol'un güzel bir haberi var. Bol fotoğraflı ve bilgi dolu kutucuklarıyla güzel bir haber olmuş. Genellikle bu tür haberler gazetelerde küçük görüldüğü için bu kez neredeyse tam sayfa olan bu haberi görünce şaşırmadan edemedim.

Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi'ni ne kadar övsek azdır. Çünkü bu müze ülkemizin ilk ve tek saat müzesi. Bir eşi veya benzeri yok.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...